Yine de ben, seni sevdiğim kadar hiçbir zamanı sevmedim. Sende bulduğum kadar kendimi bulmadım hiçbir yerde. Sana olan tutkum bu yüzden. Gelişine, rüzgârına, bir de şarkılarına vurulup coşuyorum. Sonra bir çelişkiler yumağı bırakıyorsun elime. Yaşamdan ölüme, dünden bugüne, tutsaklıktan özgürlüğe koşup duruyorum...
İşte geldin, gidiyorsun...
İçimde karmaşık bir hatırlama ağı. Sürekli dünlere çekiyor beni. Bıraktıklarıma, vazgeçtiklerime, yarım kalanlara, başaramadıklarıma, elimin ermediklerine... Bu senin tabiatın mı, böyle mi kuşatırsın geldiğinde herkesi? Yoksa yalnız ben mi sende dünleri bulurum, bilmiyorum ve çözemiyorum. Oysa bir yandan, yaşama koş, düş yollara diyorsun; mekândan, ayakbağlarından kurtul, diyor bakışların... İşte bunlar son kuşlar, son yemişler ve son güneşli günler... Uzaklara bakmanın son akşamüstüleri... Öbür yanda, geçmiş günlere, eski baharlara, eski aşklara ve uçup giden ne varsa onlara takılıp kalan gönül ağları... Senin adın olsa olsa bir tereddüttür; vazgeçemeyişler, kopamayışlardır. Aşkla ayrılık, gitmekle kalmak, ölümle yaşam arası muazzam çelişkiler... Adın, tereddüt olmalı senin. Rengin sarı olmalı, yüzünde yarım gülücük olmalı, saçların dalgalı; dağ ve deniz karışımı kokun, nehir gözlerin...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder